ISSN - 1300-0578 | e-ISSN - 2687-2242
JARSS - JARSS: 32 (2)
Cilt: 32  Sayı: 2 - 2024
1.
Kapak
Cover

Sayfa I (34 kere görüntülendi)

2.
Danışma Kurulu
Advisory Board

Sayfalar II - IV (44 kere görüntülendi)

3.
İçindekiler
Contents

Sayfalar V - 0 (36 kere görüntülendi)

ÖZGÜN ARAŞTIRMA
4.
Cerrahi Debridman Gerektiren Mukormikozis Vakalarına Anestezik Yaklaşım
Anesthetic Management of Mucormycosis Cases Requiring Surgical Debridement
Bilge Tuncer, Yasemin Akcaalan, Sumeyye Kocagil, Asena Irem Yildiz, Fulya Celik, Burak Celik, Ezgi Erkilic
doi: 10.54875/jarss.2024.48802  Sayfalar 75 - 80 (40 kere görüntülendi)
Amaç: Mukormikoz nadir görülen, hızlı ilerleyen ve sıklıkla ölümle sonuçlanan, bağışıklık sistemi baskılanan olgularda görülen bir mantar enfeksiyonudur. Bu çalışmada, mukormikoz hastalarının anestezi yönetiminde karşılaşılan perioperatif zorlukları değerlendirmeyi amaçladık.
Yöntem: Çalışmaya 01.01.2020 ve 31.12.2022 tarihleri arasında 3 yıllık dönemde mukormikoz nedeniyle ameliyat edilen 18 yaş üstü vakalar dahil edildi. Perioperatif kayıtlar retrospektif olarak incelenerek değerlendirildi.
Bulgular: Bu sürede 47 mukormikozis vakasının 25’i operasyona alınmıştır. Bu vakaların verileri çalışma için analiz edildi. Oniki (%48) hasta rinoserebral, 7 (%28) hasta rino-orbital, 5 (%20) hasta rino-orbito-serebral, 1 (%4) hasta rino-pulmoner mukormikoz tanısı almıştır. Tüm vakalarda eşlik eden komorbidite mevcuttu. En sık görülen komorbidite 20 vakada (%80) diabetes mellitus iken, bunu 12 vakada (%48) hipertansiyon, 7 vakada (%28) akut böbrek hasarı ve 5 vakada (%20) koroner arter hastalığı izlemiştir. Altı vakada (%24) COVID-19 enfeksiyonu öyküsü mevcuttu ve steroid tedavisi almışlardı. Entübasyon 2 vakada (%8) zordu. İki vakada (%8) intraoperatif hemodinamik instabilite ve inotrop gereksinimi vardı. Vakaların 6’sı (%24) entübe olmak üzere 17 (%68) vaka Yoğun Bakım Ünitesi’ne (YBÜ) çıkarıldı. Yoğun Bakım Ünitesinde ortalama yatış süresi 22,7 gün, toplam hastane yatış süresi ise 42 gündü. Onbir (%44) vaka mekanik ventilatöre ihtiyaç duydu. Mortalite 12 hastada (%48) görüldü.
Sonuç: Mukormikozda cerrahi debridmanın anestezi yönetimi zordur. Zorluklar arasında zor entübasyon ve böbrek fonksiyon bozukluğu yer alır. Bu vakaların cerrahi sonrası hızlı progresyon ve komorbiditeler nedeniyle YBÜ’nde takibi önemlidir.
Objective: Mucormycosis is a rare, progressive, and life-threatening fungal infection that occurs in immunocompromised patients. In the present study, we aimed to evaluate the perioperative challenges in the anesthetic management of mucormycosis patients.
Methods: Patients over 18 years of age who underwent surgery for mucormycosis within a 3-year period between January 1, 2020 and December 31, 2022 were included in the study. Perioperative records were retrospectively evaluated.
Results: During this period, 25 of 47 cases of mucormycosis were surgically treated. Data from these 25 cases were analyzed. Twelve (48%) patients had a diagnosis of rhinocerebral, 7 (28%) rhino-orbital, 5 (20%) rhino-orbito-cerebral and 1 (4%) rhino-pulmonary mucormycosis. All patients had comorbidities. The most common comorbidities were diabetes mellitus in 20 (80%), followed by hypertension in 12 (48%), acute kidney injury in 7 (28%) and coronary artery disease in 5 (20%) patients. Six (24%) patients had a history of COVID-19 infection and were treated with steroids. Intubation was difficult in 2 (8%) patients. Two (8%) patients had intraoperative hemodynamic instability requiring inotropes. There were 17 (68%) patients, 6 (24%) of whom were intubated, who were transferred to the intensive care unit (ICU). The median length of stay in the ICU was 22.7 days and the total length of stay was 42 days. Eleven (44%) patients required mechanical ventilation. Mortality occurred in 12 (48%) patients.
Conclusion: Anesthetic management of surgical debridement for mucormycosis is challenging. Challenges include difficult intubation and renal dysfunction. Postoperative follow-up in the ICU is important due to rapid progression and comorbidities.

5.
Kontrollü Hipotansif Anestezi ile Yapılan Timpanoplastilerde Baş Pozisyonunun Serebral Oksijen Saturasyonu Üzerine Etkisi
Effect of Head Position on Cerebral Oxygen Saturation in Tympanoplasties Performed with Controlled Hypotensive Anesthesia
Tankut Uzun, Ahmet Doblan, Nazli Basmaci, Togay Muderris
doi: 10.54875/jarss.2024.86648  Sayfalar 81 - 88 (38 kere görüntülendi)
Amaç: Timpanoplastilerde ters trendelenburg pozisyonunda ve kontrollü hipotansiyon etkisi altındaki hastalarda daha önce araştırılmamış olan, baş pozisyonunun serebral oksijenizasyon üzerindeki etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu prospektif çalışma Temmuz 2020-Kasım 2020 tarihleri arasında kliniğimizde gerçekleştirildi. Yaşları 18-59 arasında ASA fiziksel durum sınıflaması skoru 1-2 olan ve ameliyat tipine göre iki grupta değerlendirilen toplam 81 hasta çalışmaya dahil edildi. Timpanoplasti grubunda baş karşı kulağa çevrilerek minimal ekstansiyonda yerleştirilirken, septoplasti grubunda baş nötral pozisyonda tutuldu. Sağ ve sol taraf bölgesel serebral oksijen saturasyonu (c-rSO2) değerleri operasyon boyunca her iki tarafta O3 bölgesel oksimetre probları ile sürekli olarak kaydedildi.
Bulgular: Timpanoplasti grubu sağ/sol olarak ayrılmadan genel bir inceleme yapıldığında ameliyat edilen taraf için medyan oksijen satürasyon düzeyi %69,50 (Q1: 61,00-Q3: 72,00), karşı taraf içinse %74,00 (Q1: 66,00-Q3: 79,00) idi. Ameliyat edilen tarafın oksijen satürasyonu istatistiksel olarak anlamlı derecede düşüktü (p<0,001). Timpanoplasti grubunda ameliyat edilen tarafın medyan oksijen satürasyonu [%69,50 (Q1: 61,00-Q3: 72,00)] septoplasti grubuna göre [%72,00 (Q1: 65,25-Q3: 77,75)] istatistiksel olarak anlamlı derecede düşüktü (p=0,004).
Sonuç: Bu çalışma, sırtüstü yatar ters Trendelenburg pozisyonunda başın 45° veya daha fazla rotasyonunun, rotasyonun karşı tarafında serebral desatürasyona neden olduğunu göstermiştir.
Objective: Our goal was to examine the impact of head position, which had not been examined before, on cerebral oxygenation in tympanoplasties performed in the reverse Trendelenburg position during controlled hypotension.
Methods: This prospective study was conducted in our clinic between July 2020 and November 2020. A total of 81 patients aged 18-59 years, who had an ASA physical condition classification score of 1-2 and were evaluated in two groups according to the type of surgery. In the tympanoplasty group, the head was turned to the contralateral ear and placed in minimal extension while in the septoplasty group, the head was kept in the neutral position. The regional cerebral oxygen saturation (c-rSO2) values of the right and left sides were recorded continuously with O3 regional oximetry probes on both sides throughout the operation.
Results: When an overall examination was performed without separating the tympanoplasty group as right/left, the median oxygen saturation level was 69.50% (Q1: 61.00-Q3: 72.00) for the operated side and 74.00% (Q1: 66.00-Q3: 79.00) for the contralateral side. The oxygen saturation of the operated side was statistically significant lower (p<0.001). The median oxygen saturation of the operated side in the tympanoplasty group [69.50% (Q1: 61.00-Q3: 72.00)] was statistically significantly lower than that of the septoplasty group [72.00% (Q1: 65.25-Q3: 77.75)] (p=0.004).
Conclusion: This study showed that the rotation of the head 45° or above in the revers Trendelenburg supine position causes cerebral desaturation on the opposite side of rotation.

6.
Yoğun Bakım Ünitesinde Geriatrik Kritik Hastalarda Ultrason Kullanımının Akciğer Patolojilerini Tespit Etmedeki Rolünün Prognoz, Mortalite ve Skorlamalarla Karşılaştırılması
Comparison of the Role of Ultrasound Use in Detecting Lung Pathologies with Prognosis, Mortality and Scoring in Geriatric Critically Ill Patients in the Intensive Care Unit
Serpil Bayındır
doi: 10.54875/jarss.2024.58219  Sayfalar 89 - 95 (40 kere görüntülendi)
Amaç: Solunum yetmezliği tanısı ile mekanik ventilatör desteği alan geriatrik hastaların akciğer patolojilerinin tanısının doğru ve zamanında yerine konularak tedaviye erken başlanması önemlidir. Bu çalışmanın amacı, yoğun bakım ünitesinde takip ettiğimiz geriatrik hastalarda akciğer ultrasonunun prognoz ve mortalite üzerine etkisini skorlama yaparak araştırmaktır.
Yöntem: Yoğun bakımda takip edilen hastalar akciğer USG yapılanlar Grup AUSG (n=48) ve akciğer grafisi, bilgisayarlı tomografi (BT), manyetik rezonans görüntüleme (MRG) veya bronkoskopi tercih edilenler Grup NAUSG (n=74) olarak gruplandırıldı. İki grup tanı koyma süresi, ek konsültasyon sayısı, tedavi ve taburcu olma süresi, hastane yatış süresi, mortaliteleri ve skorlarla karşılaştırılması hastane bilgi yönetim sistemi kullanılarak yapıldı. Hastaların arteriyel kan gazı, tam kan tetkiki, biyokimya, prokalsitonin, C-reaktif protein ve endotrakeal aspirat kültür sonuçları kaydedildi. Grupların klinik pulmoner enfeksiyon skoru, pnömoni ağırlık skoru-65, pulmoner ağırlık indeksi, akut fizyoloji ve kronik sağlık değerlendirmesi 2 skorları hesaplanarak karşılaştırıldı.
Bulgular: Grup AUSG’de tanı koyma süresi 1 ± 0,64 gün, tedavi süresi 10 ± 4,62 gün ve ihtiyaç duyulan konsültasyon sayısı 1 ± 0,68, Grup NAUSG’ye göre anlamlı (p<0,05) olarak düşük tespit edildi. Mortalite oranı Grup AUSG’de 14 (%29,2) hasta, Grup NAUSG’de 25 (%33,8) hasta olarak bulundu (p>0,05). Hastaların skorları karşılaştırıldığında Grup AUSG’de klinik pulmoner enfeksiyon skoru, pnömoni ağırlık skoru-65 (4 ± 0,79) ve pulmoner ağırlık indeksi (3 ± 0,87) değerleri anlamlı olarak (p<0,05) daha düşük bulundu. Akut fizyoloji ve kronik sağlık değerlendirmesi 2 skorunda anlamlı bir farklılık olmadığı görülmüştür.
Sonuç: Kritik durumdaki yaşlı hastaların tanı ve tedavisi için akciğer ultrasonu yapılması, akciğer patolojilerinin daha erken tespit ve tedavi edilmesini sağlayarak ölüm oranlarını, gereksiz görüntüleme ve konsültasyonları azaltabilir. Avantajları arasında kolay ve hızlı hasta başı uygulama ve eş zamanlı sonuçlar yer almaktadır.
Objective: It is crucial to correctly and promptly diagnose pulmonary diseases and to initiate treatment in elderly patients diagnosed with respiratory failure who are on mechanical ventilator support. The aim of this study is to investigate the effect of lung ultrasound (USG) on prognosis and mortality in geriatric patients we follow up in the intensive care unit, by scoring.
Methods: Patients who were followed up in the intensive care unit were grouped as AUSG group (n=48), those who underwent lung USG and NAUSG group (n=74) who underwent chest radiography, computed tomography (CT), magnetic resonance imaging (MRI) or bronchoscopy. The hospital information management system was used to compare the two groups in terms of diagnosis time, number of additional consultations, treatment and discharge time, hospital stay, mortality, and scores. The arterial blood gas analysis, complete blood count, biochemistry, procalcitonin, C-reactive protein, and endotracheal aspirate culture results of the patients were recorded. The clinical pulmonary infection score, pneumonia severity index-65, pulmonary severity index, and acute physiology and chronic health evaluation 2 scores of the groups were compared.
Results: The diagnosis time in Group AUSG was 1 ± 0.64 day, the treatment time was 10 ± 4.62 day, and the number of required consultations was 1 ± 0.68, which was significantly lower than in Group NAUSG (p<0.05). The mortality rate was 14 (29.2%) patients in Group AUSG and 25 (33.8%) patients in Group NAUSG (p>0.05). When comparing the scores of the patients, the clinical pulmonary infection score, pneumonia severity index-65 (4 ± 0.79), and pulmonary severity index (3 ± 0.87) were significantly lower in Group AUSG (p<0.05). There was no significant difference in acute physiology and chronic health evaluation 2 scores.
Conclusion: Performing lung USG for the diagnosis and treatment of critically ill elderly patients can lead to earlier detection and treatment of lung pathologies, reducing mortality rates, unnecessary imaging and consultations. Its advantages include easy and rapid bedside application and simultaneous results.

7.
Laparoskopik Kolesistektomi Sonrası Bulantı ve Kusmanın Önlenmesinde Deksametazon ve Gabapentinin Etkinliği ve Karşılaştırılması
The Effects and Comparative Efficacy of Dexamethasone and Gabapentin on Nausea and Vomiting after Laparoscopic Cholecystectomy
Gizem Avci, Nilhan Kansu Alemdar
doi: 10.54875/jarss.2024.50251  Sayfalar 96 - 102 (60 kere görüntülendi)
Amaç: Postoperatif bulantı ve kusma (POBK) ameliyat sonrası sık görülen bir komplikasyondur. Çalışmanın amacı, POBK’de yeni tedavi stratejileri olan gabapentin ve deksametazonun etkinliğini araştırmaktı.
Yöntem: Bu retrospektif çalışmaya elektif kolesistektomi yapılan 18-70 yaş arası toplam 136 ASA I-II hasta dahil edildi. Grup D (n=66) anestezi indüksiyonundan sonra 4 mg intravenöz deksametazon ve Grup G (n=70) 600 mg gabapentin oral tedavi aldı. Tüm hastalara genel ameliyathanede standart DII ve V5 derivasyonlu EKG, otomatik non-invaziv kan basıncı ve periferik oksijen satürasyonu monitörizasyonu uygulandı, orotrakeal entübasyon sonrası total intravenöz anestezi yöntemi ile anestezi idamesi sağlandı ve ameliyat sonunda hastalar postoperatif bakım ünitesine transfer edildi. Bulantı ve kusma semptomları, ağrı skorları ve ilk 24 saat içinde ek antiemetik/analjezik gereksinimlerinin zamanı ve dozu izlendi.
Bulgular: Gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı demografik farklılıklar yoktu ve sonuçlar hem deksametazon hem de gabapentinin ameliyat sonrası bulantı ve kusmayı önlemede etkili olduğunu gösterdi. Kurtarıcı antiemetik tedavi ihtiyacı her iki grupta da benzerdi (p=0.2). Gabapentin grubunda deksametazon grubuna kıyasla anlamlı ölçüde daha az postoperatif analjezik gereksinimi olduğu görüldü.
Sonuç: Ameliyat sonrası bulantı ve kusma riski yüksek olan hastalara antiemetik ilaç profilaksisi uygulanmalı ve farklı antiemetik ilaç grupları ile tedavi düşünülmelidir. Deksametazon ve gabapentin POBK’nin önlenmesinde etkili ilaçlar olarak kabul edilebilir.
Objective: Postoperative nausea and vomiting (PONV) is a common postoperative complication. The aim of this study was to investigate the efficacy of gabapentin and dexamethasone as new treatment strategies in the treatment of PONV.
Methods: This retrospective study included a total of 136 ASA I-II patients aged 18-70 years who underwent elective cholecystectomy. Group D (n=66) received 4 mg intravenously dexamethasone after anesthesia induction and Group G (n=70) received 600 mg gabapentin oral treatment. Standard DII and V5 lead ECG, automatic non-invasive blood pressure and peripheral oxygen saturation monitoring was applied to all patients in the general operating room, anesthesia maintenance was provided with total intravenous anesthesia after orotracheal intubation and at the end of surgery, patients were transferred to the postoperative care unit. Nausea and vomiting symptoms, pain scores and the time and dose of additional antiemetic/analgesic requirements in the first 24 hours were monitored.
Results: There were no statistically significant demographic differences between the groups and the results showed that both dexamethasone and gabapentin were effective in preventing PONV. The need for rescue antiemetic therapy was similar in both groups (p=0.2). Significantly less postoperative analgesic was required in the gabapentin group than in the dexamethasone group.
Conclusion: Antiemetic drug prophylaxis should be administered to patients at high risk of PONV and treatment with different groups of antiemetic drugs should be considered. Dexamethasone and gabapentin can be considered effective drugs for the prevention of PONV.

8.
Ratlarda Oluşturulan Renal İskemi Reperfüzyon Hasarında Epibatidinin Etkileri
The Effect of Epibaditine on Renal Ischemia Reperfusion Injury in Rats
Ayşe Börklüce, Gökçen Emmez, Gözde İnan, Özlem Gülbahar, Sibel Serin Kilicoglu, Mehmet Serdar Gültekin, Mustafa Bahadır, Tuba Saadet Deveci Bulut, Hasan Kutluk Pampal
doi: 10.54875/jarss.2024.05826  Sayfalar 103 - 110 (39 kere görüntülendi)
Amaç: Böbrek iskemi reperfüzyon hasarında, kolinerjik antiinflamatuar yolağın uyarılmasıyla hasarın azaltıldığını gösteren çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmanın amacı, sağlıklı ratlarda uygulanan renal iskemi-reperfüzyon (I/R) hasarı modelinde, iskemi öncesinde uygulanan non-selektif nikotinik asetilkolin reseptör agonisti olan epibatidinin böbrek üzerine koruyucu etkilerini araştırmaktır.
Yöntem: Etik kurul onayı alındıktan sonra, 24 adet Wistar Albino rat randomize 4 gruba ayrıldı. Grup S: Sham (n=6), Grup I/R: İskemi/reperfüzyon (n=6), Grup I/R-E: İskemi/reperfüzyon-Epibatidin (n=6), Grup E: Epibatidin (n=6). Tüm gruplara anestezi altında laparotomi ve bilateral renal arter ve ven diseksiyonu yapıldı. Grup S’de başka bir işlem yapılmadı. Grup I/R ve Grup I/R-E’de 25 dakika renal iskemi ve sonrasında 24 saat reperfüzyon uygulandı. Grup I/R-E ve Grup E’de laparotomi öncesinde 5 µg kg-1 tek doz epibatidin subkutan olarak uygulandı. Reperfüzyon dönemi bitiminde serum BUN, kreatinin, serum ve idrar nötrofil jelatinaz ilişkili lipokalin (NGAL) ve sistatin C, serum IL-6 ve TNF-α incelemeleri için kan ve idrar örnekleri alındı.
Bulgular: Grup S ile karşılaştırıldığında Grup I/R’de BUN, kreatinin, NGAL, sistatin C, IL-6 ve TNF-α düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı artışlar saptandı (p<0.05). Grup I/R-E’de ise yukarıdaki biyobelirteçlerin düzeyi Grup S ile benzer düzeylerdeydi.
Sonuç: Bu sonuçlar, ratlarda oluşturulan renal I/R hasarında, iskemiden önce verilen epibatidinin, böbrek üzerine koruyucu etkisi olduğunu göstermektedir.
Objective: The attenuation of renal ischemia reperfusion (I/R) injury by stimulating cholinergic antiinflamatory pathway has been demonstrated in the literature. The purpose of this study is to investigate the protective effects of epibatidine, a non selective nicotinic acethycholine receptor agonist, administered before ischemia on renal ischemia-reperfusion injury.
Methods: After Ethics Committee approval, 24 Wistar Albino rats were randomly allocated into 4 groups. Group S: Sham (n=6), Group I/R: Ischemia/reperfusion (n=6), Group I/R-E: Ischemia/reperfusion-Epibatidine (n=6), Group E: Epibatidine (n=6). All groups underwent laparotomy and bilateral renal artery and vein dissection under anesthesia. No further action was taken in Group S. In Group I/R and Group I/R-E, renal ischemia was applied for 25 minutes and then reperfusion for 24 hours. A single dose of 5 µg kg-1 epibatidine was administered subcutaneously before the laparotomy in Group I/R-E and Group E. At the end of the reperfusion period, blood and urine samples were taken for plasma BUN, creatine, plasma and urinary neutrophil gelatinase associated lipocalin (NGAL) and cystatin C, plasma IL-6 and TNF-α assessment.
Results: Plasma BUN, creatine, NGAL, cystatin C, IL-6 and TNF-α levels were significantly higher in Group I/R when compared to Group S (p<0.05). All the levels of the above biomarkers were comparable in Group S and Group I/R-E.
Conclusion: These results indicate that epibatidine administration before ischemia has a protective effect on kidney in renal I/R injury induced rats.

9.
Kritik Birimlerde Çalışan Hemşirelerde Merhamet Yorgunluğu, Empati Eğilimi ve Mesleki Doyum Arasındaki İlişkinin İncelenmesi
Evaluation of the Relationship Between Compassion Fatigue, Empathy Tendency, and Job Satisfaction in Nurses Working in Critical Units
Başak Ünsal Çimen, Gökçe Durmuş Tosun, Gönül Kapıtaşı, Gamze Onat, Burak Yalçın, Ümmügülsüm Gaygısız, Lale Karabıyık
doi: 10.54875/jarss.2024.13471  Sayfalar 111 - 122 (65 kere görüntülendi)
Amaç: Yaşanılan kriz durumlarını yönetmeleri gerektiğinden ve çok sayıda ölümle karşılaştıklarından kritik birimlerde çalışan hemşirelerin stres düzeyleri çok yüksektir. Hemşirelerin yaşadığı stres ve yorgunluk; başkalarının ihtiyaçlarına karşı duyarsızlaşmaya ve empati yeteneğinin azalmasına yol açarken, zamanla merhamet yorgunluğunda artış ve iş doyumunda azalma ile sonuçlanmaktadır. Bu tek merkezli tanımlayıcı anket çalışmasında, kritik birimlerde çalışan hemşirelerde merhamet yorgunluğu, empati eğilimi ve mesleki doyum düzeylerinin birlikte araştırılması ve aralarındaki ilişkinin incelemesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Ameliyathane, yoğun bakımlar ve acil servis gibi kritik birimlerde hastaların izlendiği bölümlerde çalışan hemşirelerin katıldığı bir anket çalışması planlandı. Veri toplama aracı olarak “Tanıtıcı Bilgi Formu”, “Merhamet Doyumu Ölçeği”, “Empatik Eğilim Ölçeği” ve “İş Doyumu Ölçeği” kullanıldı.
Bulgular: 155 hemşirenin katıldığı bu araştırmanın sonucunda; merhamet yorgunluğu ölçeği, empatik eğilim ölçeği ve iş doyumu ölçeği arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki olduğu belirlendi (p<0,05). “Merhamet Doyumu Ölçeği” ile “Empatik Eğilim Ölçeği” (r= - 0,323; p<0,05) ve “Merhamet Doyumu” ile “İş Doyumu Ölçeği” arasındaki negatif yönde bir ilişki (r= -0,414 p<0,05) belirlendi. “Empatik Eğilim Ölçeği” ile “İş Doyumu Ölçeği” arasında ise pozitif yönde anlamlı bir ilişki bulundu (r= 0,446 p<0,05).
Sonuç: Kritik birimlerde çalışan hemşirelerde sık görülen fizyolojik ve psikolojik yıpranmanın neden olduğu merhamet yorgunluğu, zamanla empati duygusunda ve iş doyumunda azalmayla sonuçlanmaktadır. Stres ve mesleki tükenmişlik hissi, ilgili kritik bölümlerde çalışma sürelerinin kısıtlanarak düzenlenmesi, fiziksel ve sosyal şartların iyileştirilmesi gibi yöntemlerle azaltılabilir.
Objective: The stress levels of nurses working in critical units are very high because they have to manage crisis situations and encounter many deaths. Stress and fatigue experienced by nurses; while it leads to insensitivity to the needs of others and a decrease in empathy ability, over time it results in compassion fatigue and a decrease in job satisfaction. In this single-center descriptive survey study, it was aimed to investigate the levels of compassion fatigue, empathy tendency and job satisfaction in nurses working in critical units, and to examine the relationship between them.
Methods: A survey study was planned with the participation of nurses working in critical units such as operating rooms, intensive care units and emergency rooms. “Introductory Information Form”, “Compassion Satisfaction Scale”, “Empathic Tendency Scale” and “Job Satisfaction Scale” were used as data collection tools.
Results: As a result of this research in which 155 nurses participated; it was determined that there was a statistically significant relationship between the compassion fatigue scale, empathic tendency scale and job satisfaction scale (p<0.05). A negative relationship was determined between the “Compassion Satisfaction Scale” and the “Empathic Tendency Scale” (r= - 0.323; p<0.05), and the “Compassion Satisfaction” and “Job Satisfaction Scale” (r= -0.414 p<0.05). A significant positive relationship was found between the “Empathetic Tendency Scale” and the “Job Satisfaction Scale” (r= 0.446 p<0.05).
Conclusion: Compassion fatigue caused by physiological and psychological wear and tear, which is common in nurses working in critical units, results in a decrease in empathy and job satisfaction over time. Stress and the feeling of professional burnout can be reduced by methods such as restricting and regulating working hours in relevant critical departments and improving physical and social conditions.

10.
Sevofluran Maruziyetinin Civciv Embriyo Gelişimi Üzerindeki Ex-Ovo Değerlendirilmesi: Anjiyogenez Etkilerinin Araştırılması
Ex-Ovo Evaluation of Sevoflurane Exposure on Chick Embryo Development: Investigating Angiogenesis Effects
Nadide Ors Yildirim, Omer Faruk Kirlangic, Omer Faruk Kirlangic
doi: 10.54875/jarss.2024.83792  Sayfalar 123 - 129 (48 kere görüntülendi)
Amaç: Önceden var olan damarlardan yeni kan damarlarının oluşması olarak tanımlanan anjiyogenez hem fizyolojik hem de patolojik durumlarda hayati bir rol oynar. Anjiyogenezi etkileyebilecek ajanları anlamak, anjiyogenezin düzensiz olduğu hastalıkların tedavisinde çok önemlidir. Bu çalışma, yaygın olarak kullanılan bir inhalasyon anesteziği olan ve anjiyogenez ve embriyonik gelişim üzerindeki etkileri tam olarak anlaşılamayan sevofluran üzerine odaklanmaktadır. Amacımız, ex-ovo civciv korioallantoik membran modelini kullanarak sevofluran maruziyetinin anjiyogenez üzerindeki etkisini değerlendirmektir.
Yöntem: Bu modelde döllenmiş tavuk yumurtaları 1, 2 ve 4 saat gibi değişen sürelerde %2 ve %4 konsantrasyonlarında sevoflurana maruz bırakıldı. Embriyolar daha sonra Image J yazılımı kullanılarak kantitatif anjiyogenez değerlendirmesi için kontrol ve deney gruplarına ayrıldı, ardından tek yönlü varyans analizi ile istatistiksel analiz yapıldı.
Bulgular: Sonuçlar, sevoflurana maruz kalmanın anjiyogenez üzerinde doza bağlı pozitif bir etkiye sahip olduğunu, kontrol grubuyla karşılaştırıldığında her iki konsantrasyona da maruz kalan embriyolarda damar yoğunluğunda önemli artışların gözlemlendiğini gösterdik. Ek olarak, çalışmamızda maruz kalma süresinin bu anjiyojenik etkileri daha da arttırdığı bulunmuştur.
Sonuç: Sevofluranın anjiyogenez üzerindeki doza ve süreye bağlı etkisine rağmen, mevcut literatür karışık bulgular sunmakta ve sevofluranın anjiyogenezdeki rolünü aydınlatmak için ek araştırmalara ihtiyaç olduğunu vurgulamaktadır. Bu özellikler kanser, yara iyileşmesi ve fetal gelişim gibi çeşitli tıbbi durumlardaki etkilerini anlamak için önemlidir. Sevofluran’ın plasental anjiyogenez üzerindeki etkilerine ilişkin gelecekteki araştırmalar, intrauterin büyüme üzerindeki potansiyel sonuçlarına ilişkin değerli bilgiler de sağlayabilir.
Objective: Angiogenesis, defined as the formation of new blood vessels from pre-existing ones, plays a vital role in both physiological and pathological conditions. Understanding agents that can influence angiogenesis is crucial in managing diseases where angiogenesis is dysregulated. This study focuses on sevoflurane, a commonly used inhalation anesthetic, whose effects on angiogenesis and embryonic development are not well understood. Our objective was to assess the impact of sevoflurane exposure on angiogenesis using the ex-ovo chick chorioallantoic membrane model.
Methods: In this model, fertilized chicken eggs were exposed to sevoflurane at concentrations of 2% and 4%, for varying durations of 1, 2, and 4 hours. The embryos were then divided into control and experimental groups for quantitative angiogenesis assessment using Image J software, followed by statistical analysis with one-way analysis of variance.
Results: The results indicate that sevoflurane exposure has a dose-dependent positive effect on angiogenesis, with significant increases in vascular density observed in embryos exposed to both concentrations compared to the control group. Additionally, the length of exposure was found to further enhance these angiogenic effects.
Conclusion: Despite the dose and duration-dependent impact of sevoflurane on angiogenesis, the existing literature presents mixed findings, highlighting the need for additional research to elucidate sevoflurane’s role in angiogenesis. This is particularly important for understanding its implications in various medical conditions, such as cancer, wound healing, and fetal development. Future investigations into sevoflurane’s effects on placental angiogenesis could also provide valuable insights into its potential consequences on intrauterine growth.

OLGU SUNUMU
11.
İnternal İliyak Vene Yerleşmiş bir Femoral Venöz Kateter Malpozisyonu: Olgu Sunumu
A Misplaced Femoral Venous Catheter in the Internal Iliac Vein: A Case Report
Rafet Yarimoglu, Saliha Yarimoglu
doi: 10.54875/jarss.2024.97659  Sayfalar 130 - 132 (37 kere görüntülendi)
Santral venöz kateterler yoğun bakımda birçok amaç için kullanılmaktadır. Femoral bölgedeki venöz kateterizasyon, mekanik komplikasyonlar açısından diğerlerine göre daha güvenlidir. Femoral kateter malpozisyonları nadir olmakla birlikte, özellikle geç tanı konulduğunda ölümcül sonuçlara yol açabilmektedir. Bu yazıda internal iliak vene yerleşen femoral santral venöz kateter malpozisyonu sunulmaktadır.
Solunum yetmezliği tanısı alan 36 yaşında erkek hastanın yoğun bakımdaki takibinde septisemi belirtileri görüldü. Sağ femoral bölgedeki santral kateterden alınan kan örneğinde bakteri üremesi görüldü. Bunun üzerine, inotropik infüzyon için sol femoral vene yeni bir santral venöz kateter yerleştirildi. Ertesi gün farklı bir nedenle çekilen batın bilgisayarlı tomografi raporuna göre kateterin yanlış pozisyonda olduğu görüldü. Değerlendirmede kateterin internal iliak vene yerleştiği ortaya çıktı. Kateter komplikasyonsuz bir şekilde çıkarıldı.
Burada, internal iliyak vende tespit edilen kateter malpozisyonuna ilişkin bir raporu paylaşıyoruz. Hekimler, kateter malpozisyonlarının erken tespitinin kritik önem taşıdığını akılda tutmalıdır.
Central venous catheters are used for many purposes in intensive care. Venous catheterization in the femoral region is safer than others regarding mechanical complications. Although femoral catheter malpositions are rare, they can lead to fatal consequences, especially when diagnosed late. In this article, the misplaced femoral central venous catheter in the internal iliac vein is presented.
A 36-year-old male patient diagnosed with respiratory failure displayed septicemia symptoms during his follow-up in the intensive care unit. A blood sample from the central catheter in the right femoral region showed bacterial growth. Therefore, a new central venous catheter was placed into the left femoral vein for an inotropic infusion. According to the abdominal computed tomography scan report performed for a different reason the next day, the catheter was seen in an incorrect position. The evaluation revealed the catheter to be situated in the internal iliac vein. The catheter was removed without complications.
We share a report regarding catheter malposition found in the internal iliac vein. Physicians must keep in mind that early detection of catheter malpositions is critical.

12.
14 Yıllık Bir Port Kateterin Sık Karşılaşılmayan Komplikasyonu
An Unusual Complication of a 14 Year-old Port-Catheter
Mete Manici, Doruk Yaylak, Yasemin Sincer, Yavuz Gurkan
doi: 10.54875/jarss.2024.37233  Sayfalar 133 - 134 (45 kere görüntülendi)
Perkütan subklavyen kateterler veya port-kateterler sıklıkla onkoloji hastaları gibi uzun dönem ve devamlı intravenöz tedavi ihtiyacı olan hastalarda kullanılır. Port-kateterlerle ilişkili arteryel ponksiyon, pnömotoraks ve hematom benzeri komplikasyonlar bildirilmiştir. Bizler nadir görünen bir port-kateter olgusu sunmak istedik. Hastamız 2009 senesinde rektum kanseri tanısı aldıktan sonra port-kateter takılan 45 yaşında erkek hastaydı ve kemoterapi süreci bittikten sonra kontrol için tekrar hastaneye başvurmamıştı. Kateterin çıkarılması işlemi sırasında kateterin silikon portunun parçalandığı tespit edildi. İşlem tamamlandı ancak kateterin son 5 cm’lik kısmı kayıptı. İşlem sonunda kontrol amaçlı X-ray çekildi ancak kateterin son kısmı görüntülenemedi. Literatürde bildirilmiş pinch-off sendromu örnekleri mevcuttur ancak bildiğimiz kadarıyla bizimkine benzer bir olgu bulunmamaktadır. Hastalar port-kateter takılması sonrasında ve tedavi sürecinin sonunda yakın takip edilmeli ve uygun zamanda çıkarma işlemi planlanmalıdır. Hekimler komplikasyonlar konusunda bilinçli olmalı ve ciddi yan etkilerden sakınmak adına multidisipliner yaklaşımlar uygulanmalıdır.
Percutaneous subclavian catheters or port-catheters are commonly used for oncology patients who require long-term or continuous intravenous therapy. There are several reported complications related to port-catheters like arterial puncture, pneumothorax and hematoma. We aimed to report an unusual port-catheter case. Our patient was a 45-year-old male who had a port-catheter inserted after the diagnosis of rectum cancer in 2009 and has never showed up for a catheter removal after his chemotheraphy regimen had been completed. The silicone port of the catheter was found to be disintegrated during the catheter removal procedure. Removal was performed but distal 5 cm of the catheter was missing. At the end of the procedure, control X-ray was obtained, but the last part of the catheter could not be visualized. There are reported cases of pinch-off syndrome in the literature however we couldn’t find any such case as we report. Following port-catheter implantation and throughout the course of treatment, patients should be consistently monitored, and an appropriate time should be scheduled for removal. Physicians should be aware of complications and multidisciplinary approaches should be made to avoid serious events and further harm.